3.12.03

Suskun Kitle Büyüteç Altındayken...


Konrad Adenauer Vakfı’nın 1998 yılında Türkiye’de yaşayan gençler üzerine yaptığı "Türkiyeli Gençler Konuşuyor: Suskun Kitle Büyüteç Altında" adlı araştırmadan bazı bölümler:

Ankete katılanlara “kendileri için yaşamı anlamlı kılan değerlerin ilk üçü” sorulmuş. Hepsinin yanıtlarıyla oluşan sıralamada, “ailevi değerler” başta geliyor. İkinci sırada “entelektüel değerler” var. Sonrakiler, toplumsal değerler, bireysel değerler, dinsel değerler ve maddi değerler olarak sıralanmış.

Araştırmayı yapanların sonuçlar hakkındaki yorumu da şöyle: “Türkiye gençliğinin geniş kesimi dünya görüşü bakımından sekülerleşmiştir. Ancak bu laikliğe “ahlakçı” bir tutum damgasını vurmaktadır. Bu yorumu destekleyen önemli bulgulardan biri, soruları yanıtlayan örneklemin “dürüstlük” kavramına çok yüksek bir değer atfetmesidir. Türkiye gençliğinin değerler dünyasında “dürüstlük”, sosyalleşmenin ortak anahtar kavramıdır.”

Bir başka sonuç, sosyo-ekonomik statü yükseldikçe kadın-erkek beraberliğinin bireysel boyutunun öne çıkıyor olması. Modern uçta yer alan Ankara ve İzmir kentlerinde yaşayan gençlerde eş ve sevgili daha ağırlıklı öneme sahipken, çocuk seçeneğinin ağırlığı azalıyor. Geleneksel uca yaklaştıkça ise bu eğilim tersine dönüyor. İstanbul sonuçları ise biraz karışık; bütün yanıtlar, örneklem ortalama değerlerinin altında kalmış. Araştırmacılar, bu ilde geleneksellik ve modernlik arasında süre giden çarpışmanın sonucu olarak ailevi değerlerin büyüsünün bozulduğunu düşünüyor, bundan yola çıkarak.

Gençlerin yüzde 81’i için aile kavramı “koruyuculuğu” simgeliyor. Deneklerin en az yarısı, büyüklerinden anlayış gördüklerini belirtiyor. Üçte ikisinden fazlası aile büyüklerinin öğütlerine ihtiyaç duyuyor. Yarıya yakın bölümü “kötü yola sapmamaları için özgürlüklerinin aileleri tarafından kısıtlanmasını” uygun buluyor.

*

Eğitim ve bilginin, yaşamı anlamı kılan değerler arasında anılma sıklığı, yüzde 20 olmuş Türkiye’de yaşayan gençler arasında. Örneklemin yüzde 59’u, iyi bir öğrenci olmayı, bir gencin başlıca sorumluluğu olarak göstermiş. Çarpıcı olan, gençlerin sosyo-ekonomik durumları ne olursa olsun bu değere eşit ölçüde değer atfetmiş olmaları. Bir başka nokta da eğitimin toplumsal; bilgi’nin ise bireysel bir donanım olarak belirlenmiş olması gençler tarafından.

Konrad Adanuear Vakfı’nın yaptığı araştırmada, Türkiye’deki gençlerin hayatını anlamlı kılan şeyler arasında toplumsal değerlerin üçüncü sırada geldiği görülüyor. “İdealler uğruna mücadele” ve “bir eser bırakma” seçeneklerinin anılma sıklığı yüzde 15.

İdealler uğruna mücadeleye verilen önem bakımından kadınlar ve erkekler arasında bir farklılaşma gözlenmemiş. “Bir eser sırakma” amacı ise daha çok erkekler tarafından dile getirilmiş. Araştırmayı yapan uzmanlar, bu gruptaki gençlerin, toplumun en üst katmanı ile alt ve orta katmanları arasında yer alan konumlarıyla kendilerine bir “toplumsal görev” belirledikleri görüşündeler. Ayrıca örneklemin yüzde 83’ünün “gençliğin toplumsal sorumluluk sahibi olması gerektiği” görüşünü paylaşması, gençlerin toplumsal değerlere atfettikleri önem düzeyini ortaya koyuyor.

Türkiye’de yaşayan gençlerin toplumsal değerlere verdikleri önemin bir başka göstergesi, deneklerin büyük bölümünün “gençlik içinde amaçsızlığın, idealsizliğin ve vurdumduymazlığın yaygın olduğu” görüşünü paylaşmaları. Gençlerin çoğunluğunun kendi kuşaklarını amaçsız, idealsiz, vurdumduymaz olarak görmeleri çelişkili görünüyor. Ama bir amaca ve ideale bağlanmaya “değer” olarak atfedilen önemi vurgulaması bakımından anlamlı.

*

Türkiyeli gençler, “bireysel değerler”deki öncelikleri sorulduğunda ilk olarak “mesleki başarı”ndan söz etmişler. Deneklerin yüzde 28’i, “idealler için mücadele etme seçeneği” ile “mesleki başarı”ya aynı ölçüde önem atfetmiş. “Din ve inanç seçeneği” ise daha geride kalmış.

Bağımsız düşünme ve davranma yeteneğine verilen önem ile geleneğe saygı ve dine bağlılık özelliklerine verilen değer arasında belirgin bir negatif ilişki ortaya çıkmış. Yani biri arttıkça, diğeri azalıyor. Bağımsız düşünme ve davranabilme yetisi, aileden gelen bir özellikse, bu kez modernlikle pozitif bir ilişki kurduğu saptanmış.

“Bilgi-beceri kazanma”, “sistemli düşünebilme”, “genel kültür edinme” ve “toplumsal saygınlık kazanma” gibi bireysel amaçları birinci sırada sayanların toplamı yüzde 60’ı aşmış. Bunlardan özellikle “sistemli düşünme yeteneğini kazanma” amacının, sosyo-ekonomik durumla güçlü bir ilişkisi olduğu gözlenmiş.

“Din ve inanç” seçeneğine gelince... Konrad Adonauer Vakfı adına araştırmayı gerçekleştiren uzmanlar, gençlerin dinsel değerlere atfettikleri önem konusunda şu bulguyu dile getiriyorlar: “Gençlerin yaşamı anlamlandırmalarında dinsel değerlerin tuttuğu yeri, inanç ve pratiklerin yaygınlığının bir ölçüsü saymak doğru olmaz. Bir değer olarak dine verilen öncelikle, ibadetin yaygınlığı arasındaki fark ortaya çıkması, başlı başına önem taşımaktadır. Bu farklılaşma, dinin, sekülerleşmiş bir dünya görüşü içinde, kendine özgü yere çekilmesinin önemli göstergelerinden biridir.”

*

“Şimdiki gençlerin hepsi para düşkünü” diyorsanız, söz konusu araştırmanın bu konudaki bulgularına göz atalım: Ortalama olarak, örneklemin yalnızca yüzde 3’ü “yaşamı anlamlı kılan şey” olarak maddi değerleri göstermiş sevgili dinleyiciler. Gerçi gelir seviyesi yüksek olan grupta bu oran yüzde 23’e çıkmış; ki bu da araştırmacılarca, maddi refah düzeyinin yaşama bakış üzerinde doğrudan etkisi olarak yorumlanıyor.

Benzer şekilde, sosyo-ekonomik kademelenmenin en alt basamağındaki yoksul grup, maddi refahın belirleyiciliğini, orta basamaklardaki gruplardan daha büyük bir açıklıkla algılıyorlar.

Bununla birlikte gençlerin dünyasında maddi refahın tuttuğu yer ile parasal sorunların günlük yaşamlarındaki ağırlığı arasında çarpıcı bir karşıtlık bulgulanmış. Araştırmayı yapan uzmanların buna yorumu da şöyle: “Türkiye gençliğinin dünya görüşündeki laiklik, maddi sorunların bütün ağırlığına rağmen, “ekonomik bakış açısı”nı belirleyici bir konuma yükseltmiş değildir. Gençlerin dünyasında ekonomi, ahlakçı tutumun gölgesinde kalmaktadır.”

*

Anketin bulguları, Türk gençliğinin büyük bölümünün, evlilik bağının kurulmasında modern davranış örüntülerini benimsediğini ortaya koymuş. Çünkü görüşülen kişilerin yüzde 70’i, görücü usulü evliliğe karşı olduğunu söylemiş, ve bu yanıtta kızlarla erkekler arasında bir fark yok.

Genç kız ve erkeklerin “evlilik öncesi arkadaşlık edilmesi” konusunda da geleneksel kuralların aşıldığı, ama yine de ihtiyatlı bir tutumun korunduğu gözlenmiş.

Örneklemin yalnızca yüzde 15’i evlilik öncesi kız-erkek ilişkisini “kabul edilemez” bulurken, geri kalanı buna karşı değil ama “belirli bir mesafede bırakılması” koşulunu arıyor onlar da.

Gençlerin, aile kurumuna yaklaşımda geleneksel tutumu aşmış olduklarına ilişkin bir başka gösterge, farklı din ve mezhepten olan çiftlerin evlenmesini, yüzde 70 oranında desteklemiş olmaları.

Evlenme yaşı konusundaki tercihlere gelince... Hem kızlar hem erkekler, ideal evlenme yaşı için 25’i göstermişler.

Beş gençten dördü, kadının ve erkeğin aile gelirine ortaklaşa katkıda bulunması gerektiği kanısında. Kadına da erkekle birlikte maddi sorumluluk yükleme eğiliminin, ekonomik zorluklarla ilgili bir kabulden çok, bir yaşam tarzı tercihini yansıttığını düşünüyor araştırmayı yapan uzmanlar. Bu saptamayı destekleyen bir başka bulgu “kadının rolü”ne ilişkin verilen diğer yanıtlar. Kadının varlığını aile sorumluluklarıyla sınırlayan geleneksel tutum, Türkiyeli gençeler tarafından büyük ölçüde aşılmış durumda. “Kadınların asıl istedikleri bir ev ve çocuklardır” görüşü, ankete katılan gençlerin yarısı tarafından reddedilmiş. Ve bu gençler ev kadınlığının, bir işte çalışmak kadar tatmin edici olmadığı görüşünde de hemfikir. Buna ek olarak, meslek seçimi konusunda da cinsiyetçi bir tutum sergilemiyorlar. Sadece çocuk bakıcılığı ve taksi şoförlüğü farklı cinselere atfedilmiş ama diğer mesleklerde kadın-erkek ayrımı yapmıyor Türkiye’de yaşayan gençler.




6.8.03

Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldız


Klasik Türk sanat müziğimizin bilinen şarkısıdır; “gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım.” (Bu nihavend şarkının söz yazarı Hikmet Münir Ebcioğlu, bestecisi Teoman Alpay) “Taşa geçer kendime geçmez sözüm, ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım” diye gider şarkı. Yıldızlı yaz gecelerinde, kumsalda yakılmış ateşler etrafında söylenen şarkılardandır. Samanyolu’nun yıldızlarına baka baka, kimbilir kaç kumsalda her yaz bu şarkı terennüm edilir ; o yıldızlar pek yalnız gibi görünmese de.

Fakat bundan sonra gerçekten yalnız bir yıldıza rastlamak mümkün olabilir belki, eğer uzayda seyahat edebilirsek. Seattle kaynaklı bir habere göre, uzayın derinliklerinde Boğa Takımyıldızı’nda bulunan küçük bir yıldız, kendi yıldız kümesinden ayrılarak başıboş gezmeye başlamış. Mexico Ulusal Özerk Üniversitesi araştırmacıları “tauri sb” adındaki küçük yıldızın, aynı kümede bulunan daha büyük iki yıldızla yakın karşılaşmasında, yerçekimi etkisiyle yıldız kümesinden dışarı itildiğini belirtiyorlar. Amerikan Astronomi Topluluğu toplantısında ilk kez açıklanan bu araştırmayı yürüten ekibin başkanı Laurent Loinard, bir sistemden bir yıldızın itilmesine ilk kez tanık olduklarını söylemiş.

5.8.03

“Yazıcıya hücre koy, organ al!”

Amerikan bilimcileri, yapısı değiştirilmiş kartuşlu bir yazıcı yardımıyla canlı hücrelerden üç boyutlu doku oluşturmayı başarmışlar. New Scientist dergisinin haberine göre, uzmanlar, yazıcının kartuşundaki mürekkebi çıkararak, yerine, içinde canlı hücreler olan bir jel koymuşlar ve hücreler belirli bir zaman sonunda dokuya dönüşmüş. Araştırmayı sürdüren bilimciler, ileride aynı yolla karmaşık dokular ve hatta organların yaratılabileceğini iddia etmişler. “Yazıcıya hücre koy, organ al!” diye başlıklandırılan bu haber, iddialar doğrulanamasa bile gerçekten çok ilginç. Bilimin yüzdüğü sular açısından.

25.7.03

Türkiye Üniversitelerinde Akademik Yayın

Türkiye’nin akademik yayınlarında üniversiteler arası sıralama belirlendi ve 2002’de yayımlanan 9 137 yayının 8 564’ü devlet üniversitelerinden çıktı. Yükseköğretim Kurulu’nun raporuna göre, en fazla bilimsel yayını, 832 yayınla Hacettepe Üniversitesi yaptı. Ardından 724 yayınla İstanbul Üniversitesi ve 610 yayınla Ankara Üniversitesi geliyor. Dördüncü sırada 462 yayınla Ortadoğu Teknik Üniversitesi var. 450 yayınla İstanbul Teknik Üniversitesi sıralamada beşinci olurken, Ege Üniversitesi 449 yayınla altıncı; Atatürk Üniversitesi 372 yayınla yedinci oldu. “İlk on” listesinin son üç sırasında ise 363 yayınla Gazi Üniversitesi, 261 yayınla Fırat Üniversitesi ve 250 yayınla Dokuz Eylül Üniversitesi var. En düşük yayın sayısına sahip üniversite ise 1 yayınla Mimar Sinan Üniversitesi oldu.

Bunlar devlet üniversiteleri idi. Değerlendirmeye alınan 23 vakıf üniversitesi de 2002 yılı içinde 573 yayın hazırladı. Bunlar arasında ilk sırayı, 175 yayınla Bilkent Üniversitesi aldı. İkinci sırada 157 yayınla Başkent, üçüncü sırada 67 yayınla Koç Üniversiteleri var.

Sonuçta, akademik yayın sayısında -devlet ve vakıf üniversiteleri açısından- her iki sıralamada da Ankara üniversitelerinin başta geldiği görülüyor.



24.7.03

4000 yıl yaşamak

Yabani zeytin ağacı normal şartlarda 750-800 yıl yaşarken, İtalya’nın Luras kasabasındaki bir ağaç 4000 yıldır ayakta ve ülkenin en yaşlı ağacı unvanına sahip. Her gün yüzlerce turist tarafından ziyaret edilen ağacın gövde çevresi 11 metre, kökleri ise 7 metreymiş. İşte bu tarihi ağaç, Ferrucia Üniversitesi Botanik Kürsüsü Başkanı Martino Baffigo yönetiminde, öğrencileri tarafından klonlanmış. Ağaçtan alınan polenler aşılama yoluyla yine kendi cinsinden ve DNA’sı aynı olan 50 yabani zeytin fidanıyla döllendirilmiş. Klonlanan yabani zeytin ağaçlarının en az 3000 yıl yaşayacağı tahmin ediliyormuş.


Güneş Soğutuyor!



Güney Afrikalı 18 yaşında bir genç, Bradley Matthews, güneş enerjisiyle çalışan bir buzdolabı geliştirdi. İlk-örneği Johannesburg’da yapılan Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nda tanıtılan buzdolabı, yoksul ülkelerin umudu olacak. Çünkü 50 dolardan az bir fiyatla satışa çıkacak ve daha çok Afrika ve Asya’daki fakir ülkelere satılacak. Güneş panellerine hapsettiği ışınları buzdolabı soğutucusunu çalıştırmak üzere enerjiye çeviren “solar freeze” adındaki bu icat, lüks tüketim alanlarında da kullanılabilecek. Örneğin yatlarda, ısınan telekomünikasyon aletlerinin soğutulması için de aynı mekanizmadan yararlanılması düşünülüyor… bu sistemle ateş buza dönüşüyor!

Greenpeace’in hesaplarına göre önümüzdeki 10 yılda yakıt istasyonlarına ve gelişmekte olan ülkelerdeki alt yapı çalışmalarına harcanacak 500 milyar doların yarısıyla en fakir 2 milyar insana yenilenebilir enerji kaynakları sağlamak mümkün. Enerji uzmanları ise Greenpeace’in bu hesaplarını aşırı iyimser bulup, dünyanın daha onlarca yıl fosil yakıtlara mahkum olduğunu, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilen enerji kaynaklarına henüz fazla bel bağlanmaması gerektiğini söylüyorlar. “Sürdürülebilir kalkınma” kavramı, işte tam da bu gibi tartışmaların gündeminde.

Sürdülebilir ekonominin ön koşulu kaynakların korunması ve etkili kullanımı. Bunlar özellikle enerji üretimi ve su yönetimiyle yakından ilgili. Hemen ardından yoksullukla mücadele ve küreselleşme sorunları geliyor. Üstesinden gelinmesi gereken en büyük görev, küreselleşmeyi tüm insanlar için olumlu bir süreç haline getirmek ve “ekolojik kaynakları tüketmeyen bir akılcılık”la kalkınma stratejisi oluşturmak. On yıl önce Rio’da gerçekleştirilen Dünya Çevre Zirvesi’nin amacı da buydu; onun devamı olan Johannesburg Sürdürülebilir Gelişme Zirvesi’nin de.

Yoksulluk ve çevre sorunları arasında önemli bir bağıntı var: Hayatta kalma mücadelesi yoksulları ve açlık çekenleri hassas ekolojik sistemleri yok etmeye zorlayabiliyor. Örneğin yakıt ve inşaat malzemeleri bu insanlar için çok pahalı. Onlar da ihtiyaçlarını karşılamak için ormanları kesmeye mecbur kalıyorlar. Orman kaybı biyolojik çeşitliliği azaltıyor, yeraltı sularının seviyesini düşürüyor ve çölleşmeyi hızlandırıyor. Bunların sonucunda tarımsal verim düşüyor ve bundan en çok yine yoksullar etkileniyor çünkü kendi ürettikleri dışında gıda satın alma olanakları da yok.

Eylül 2000’de New York’ta gerçekleştirilen Milenyum Zirvesi’nde bir araya gelen devlet başkanları, aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısını 2015 yılına kadar yarı yarıya azaltmaya karar verdiler.




15.7.03

Hızlı Trenler

Hızlı trenler, dünyanın bir çok ülkesinde ulaşım politikalarının kilit noktası haline gelmiş bir taşıma seçeneği. Zamana büyük önem atfeden çağımızda süratli olmaları en büyük meziyetleri. Bunun dışında çevreye zarar vermemeleri de çok önemli. Ve altyapı yatırımları ilk anda masraflı gibi görünse de aslında uzun vadede en ucuz taşıma biçimi hızlı trenler.

1970’lerde başlayan petrol krizi, fiyat dengelerinin değişeceğinin ve taşımacılıkta dar boğaz yaşanacağının habercisi olunca, “eski dost” trene dönme olasılığı gündeme geldi. Bu fikrin öncülü, 1964’ten beri Japonya’da Tokyo-Osaka arasında çalışan ilk hızlı trendi. Fransa da ‘60’lı yılların başından beri bu konuda ciddi çalışmalar yapıyordu. Zaten bugün de hızlı trenlerde ilk iki sırayı yine bu ülkeler alıyor.

Uçaklarla boy ölçüşebilir hıza ve rahatlığa sahip hızlı trenler özellikle Batı Avrupa’nın kara trafiğini hafifletmiş durumda. Bu trenlerde birim mesafede taşınan yolcu başına enerji tüketiminin düşük olması, çevre kirliliğinin önlenebilmesi ve gayrısafi milli hasılada tasarruf yapılması bakımından çok önemli. Hızlı trenlerin enerji tüketimi normal trenlere göre daha fazla ama bir otomobilin tükettiğinin yarısı ve bir uçağınkinin de üçte biri kadar. Tercih nedenlerinin bir başkası ise, güvenlik. Bugüne kadar ciddi boyutlarda sadece iki kaza geçmiş kayıtlara. Kazaların birinde can kaybı olmazken diğerinde bir kişi -makinist- yaşamını yitirmiş.

Bu trenlerin teknik açıdan olumsuz olarak görülebilecek özellikleri ek altyapı gereksinimleri. Engebeli araziden geçen tren yolları, daha fazla tünel, daha fazla köprü yapımı anlamına geliyor. Ama maliyeti artıran bu seçenekte bile otoyol yapımında kullanılan arazinin daha azı kullanılıyor. Bir başka olumsuz yanları ise biraz gürültülü olmaları. Buna yönelik olarak vagonların içine ses yalıtımı için esnek bloklar, dışına da akustik duvarlar konulması üzerine çalışılıyor.

1990 Mayıs’ında gerçekleştirilen saatte 513 km. hızla dünya rekorunu elinde tutan Fransa’da işletilen hızlı trenlerin adı TGV. Fransa’dan sonra ikinci sırada gelen Japonya’nın hızlı trenlerinin adı ise Şinkansen. Almanya’daki hızlı trenler Inter City Express; İspanya’dakiler AVE; İngiltere’dekiler IC225, İtalya’dakiler ise ETR 450 gibi adlar alıyor. Bir de Paris-Londra arasında Manş Tüneli’nde hizmete giren Eurostar var. Fransız TGV’lerinin çalıştığı bu uluslararası hatla ilgili ilginç notlar var:

Eurostar’ın Paris-Tünel hattındaki hızı saatte 267 km. iken, Londra-Tünel arasındaki hızı 102 km.ye iniyor. Bunun sebebi, trenin iki ülkede işletildiği hatların birbirinden farklı olması. Ayrıca ülkeler arasında farklı sinyalizasyon sistemleri kullanıldığı için trenin makinistine çok iş düşüyor. Ama bu sinyal sistemlerin normal trenlerinkinden farklı olduğunu söyleyelim: Hızlı trenlerin sinyal sistemi, kabinlerinden izlenebilecek kontrol panellerine temelleniyor.

Hızlı tren dünyasında son zamanların gündem maddesiyse, Paris-Brüksel-Köln-Amsterdam-Londra arasında çalışacak daha geniş bir yüksek hız tren şebekesi.



Gen Çalışmaları



Kaliforniya Üniversitesi bilimcileri manik depresif bozukluğa yol açan geni bulduklarını açıkladılar. Manik depresif psikoz, kişinin duygusal durumundaki bozukluğu tanımlıyor. Mani, nedensiz bir neşenin eşlik ettiği aşırı hareketlilikle, depresyonsa tam karşıtı, çöküntü ve durgunlukla belirleniyor. Asıl hastalığın depresyon olduğu, maninin ise depresyona girmemek için organizmanın geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğu sanılıyor. Mani dönemlerinin oluşumunda biyokimyasal nitelikte yapısal bir etmenin varlığına ilişkin bulgular, önceki yıllarda saptanmıştı. İşte Kaliforniya Üniversitesi’nce gerçekleştirilen bu son çalışma, psikiatriye önemli bir katkı yapıyor. Araştırmaya göre, GRK3 adındaki gen, asal yapısını bozan bir değişime uğradığında kişiler mutluluk hormonu olan “dopamin” e karşı aşırı duyarlı hale geliyor. Manik depresif bozukluğa bunun yol açtığını belirten araştırmacılar, bu yeni bilgiyle yeni ilaçların üretimine geçilebileceğini belirtiyorlar.

Gece Kuşu Geni

İngiltere Surrey Üniversitesi öğretim üyesi Simon Archer’a göre, geceleri çalışmayı seven kişilerde, bir genin kısa versiyonuna daha sık rastlanıyor. İngiltere’deki St.Thomas ve Hollanda’daki Gelderse Vallei hastanelerinde yapılan araştırmalar sonucunda, gece ve gündüz çalışma tercihleri ile bir gen arasında bağlantı olduğu saptanmış. Period 3 adındaki genin, insanların biyolojik saatini ayarlayan genlerin bir parçası olduğunu ifade eden Simon Archer, Period 3’ün kısa ve uzun olmak üzere iki türü olduğunu; kısa biçiminin geceleri uyumayıp çalışmayı tercih eden ve uyumakta zorlanan kişilerde daha çok görüldüğünü bildiriyor.

Neden farklıyız, neden!

Reuters kaynaklı habere göre, eşcinselliğin bir tercih olmadığı, kaynağının genlerde olduğu bulgulanmış. Amerika’daki Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Tıp Okulu’ndan bilimcilerin yaptıkları araştırma, cinsel kimliği genlerin belirlediğini ortaya çıkarmış. Genetik uzmanı Dr.Eric Vilain “Araştırmamız, anatomimiz dikkate alınmadığında “neden kendimizi kadın veya erkek olarak hissediyoruz” sorusunun cevabını veriyor. Cinsel kimlik, doğumdan önce oluşuyor.” diyor.

Cinsiyetle ilgili genlerin saptanmış olması, bazı sorunlu bebeklerin durumuna da ışık tutabilecek. Çünkü her 100 bebekten biri hem erkek hem dişi cinsiyette doğuyor.

Söz konusu araştırma aynı zamanda dişi ve erkek beyinlerinin farklı işlemesinden sorumlu olan 54 tane de gen saptamış. Kadın ve erkek beyinlerinin hem anatomisinin hem de işlevinin farklı olduğunu belirten Dr.Vilain, “beyinlerinin simetrik olması, kadınların kendilerini sözel olarak daha rahat ifade ettiklerinin açıklaması olabilir.” diyor.

Limbik Tepkiler

Kaliforniya Üniversitesi araştırmacılarının yaptıkları beyin taramalarının sonuçlarına göre, kadınlar acı hissetiklerinde, beyinlerinin duygularıyla ilgili bölümüyle, yani limbik bölgeleri ile tepki veriyormuş. Erkeklerde ise acıya tepki veren kısım, beynin çözümleyici kısımları olan bilişsel bölgeymiş. Araştırmayı yürüten Dr.Bruce Naliboff, “beyindeki tepki alanlarının farklı olmasının sebebinin ilkel zamanlara dayanıyor olabileceği” görüşünde.

Çünkü bu dönemde kadın ve erkek rolleri arasında daha kesin çizgiler vardı. Türler arasındaki farklılıkların gelişmesinde, “strese verilen tepki farkı” rol oynamış olabilir. Dr. Naliboff’a göre erkek beyninin, acıya, mantıkla ilgili bölümüyle tepki veriyor olması, acı karşısında “savaş ya da kaç” tepkisini geliştirme zorunlululuğu yüzünden. “Kadınlarda ise çocuklarını koruma dürtülerinden dolayı acıya tepki daha duygusal bir düzlemde şekillenmiş olabilir” diyor.

Manik-Depresyonun Kaynağı

Kaliforniya Üniversitesi bilimcileri manik depresif bozukluğa yol açan geni bulduklarını açıkladılar. Manik depresif psikoz, kişinin duygusal durumundaki bozukluğu tanımlıyor. Mani, nedensiz bir neşenin eşlik ettiği aşırı hareketlilikle, depresyonsa tam karşıtı, çöküntü ve durgunlukla belirleniyor. Asıl hastalığın depresyon olduğu, maninin ise depresyona girmemek için organizmanın geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğu sanılıyor. Mani dönemlerinin oluşumunda biyokimyasal nitelikte yapısal bir etmenin varlığına ilişkin bulgular, önceki yıllarda saptanmıştı. İşte Kaliforniya Üniversitesi’nce gerçekleştirilen bu son çalışma, psikiatriye önemli bir katkı yapıyor. Araştırmaya göre, GRK3 adındaki gen, asal yapısını bozan bir değişime uğradığında kişiler mutluluk hormonu olan “dopamin” e karşı aşırı duyarlı hale geliyor. Manik depresif bozukluğa bunun yol açtığını belirten araştırmacılar, bu yeni bilgiyle yeni ilaçların üretimine geçilebileceğini belirtiyorlar. (Haziran 2003)

Genlerimin Cinsiyeti

Gen çalışmalarından çarpıcı bir haber daha: Reuters kaynaklı habere göre, eşcinselliğin bir tercih olmadığı, kaynağının genlerde olduğu bulgulanmış. Amerika’daki Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Tıp Okulu’ndan bilimcilerin yaptıkları araştırma, cinsel kimliği genlerin belirlediğini ortaya çıkarmış. Genetik uzmanı Dr.Eric Vilain “Araştırmamız, anatomimiz dikkate alınmadığında “neden kendimizi kadın veya erkek olarak hissediyoruz” sorusunun cevabını veriyor. Cinsel kimlik, doğumdan önce oluşuyor.” diyor.

Cinsiyetle ilgili genlerin saptanmış olması, bazı sorunlu bebeklerin durumuna da ışık tutabilecek. Çünkü her 100 bebekten biri hem erkek hem dişi cinsiyette doğuyor.

Söz konusu araştırma aynı zamanda dişi ve erkek beyinlerinin farklı işlemesinden sorumlu olan 54 tane de gen saptamış. Kadın ve erkek beyinlerinin hem anatomisinin hem de işlevinin farklı olduğunu belirten Dr.Vilain, “beyinlerinin simetrik olması, kadınların kendilerini sözel olarak daha rahat ifade ettiklerinin açıklaması olabilir.” diyor.


Sinestetik misin?!

Her bin kişiden bir ya da ikisi için kokular ve tatlar şekilli, sesler ise renkliymiş. Bu insanlara sinestetik deniyor. Sinestetikler motorlu testerenin sesini “kırmızı” olarak algılıyor; piyano sesini “yarım daire” olarak tanımlıyor; çorbanın tuzu eksik olduğunda “yeterince köşeli olmadığını” düşünüyorlarmış.
İşin aslı, bu insanlarda farklı duyuları birbirine bağlama yeteneği bulunuyor. Bunun nedeni ilk iki yaş gelişiminde aranıyor. Hannover Tıp Yüksekokulu profesörlerinden Hinderk Emrich, yeni doğan herkeste sinestezi yeteneği bulunduğuna inandıklarını, ancak bebeğin büyümesiyle duyuları kanalize etmenin öğrenildiğini varsaydıklarını söylüyor. Sinestetikler ise aradaki bağlantının kopmadığı kimseler.